kanat guner – ydü sözlük – kibris ta bir sözlükcük | artik haber daha yakin
yazıya ulaşmamı sağlayan çayan abime teşekkürler.

eroin güncesi] + [kanat güner]

elimde enjektör, öylece kalakaldım. çok klasikti, ama ben de arkamda bir şeyler bırakmalıydım. en azından ölümü tercih ettiğimi bilmeliler, diye düşündüm.

aslında hiç kimseye hiç bir şey borçlu değilim; alışverişi keseli çok oldu. ama son kez bir iletişim denemesi yapabilirim.

uzaya gönderilen, hedefi yüz yıllarca ışık yılı uzakta olan sinyaller gibi. ne yazacağımı düşünürken yaşlanıp ecelimle ölmek istemiyorum, ama nasıl başlayacağımı da bilmiyorum. şöyle başlasam mı mesela: hey millet, ben ölmeye karar verdim, niye biliyor musunuz, çünkü yaşım 27'ye geldi dayandı, benim gibiler daha fazla yaşamamalı. allah korusun, ya ölmeye değil de üremeye karar verseydim! neyse ki aklım hâlâ başımda, sahneye girmem gereken yeri ayarlayamadım ama çıkmam gereken yeri biliyorum. kendinize iyi bakın, kötü alışkanlıklardan uzak durun. (sayfa 5)

en azından aileme (benden nefret etsinler diye) bir şeyler açıklamalıyım. benim yüzümden mahvoldular, çöktüler. benden beklenmeyen her şeyi yaptım, onları çok utandırdım. çünkü onlar beni, çevredekiler aman ne iyi çocuk yetiştirmişsiniz desinler diye büyüttüler. hele annem...

beni çok geç fark etti o. 17 yaşıma kadar karnımı doyurduğu, öğrenimimle ilgilendiği için kendini yeterli buldu. kendine göre en büyük fedakârlığı yapıyordu çünkü: babama katlanıyordu. (...) genelde annemi pek görmezdim; o çalışan bir anneydi. diğer çocukların anneleri gibi evde oturup yemek yapamıyor, örgü öremiyordu. çalışmak zorundaydı. hep şikâyet ediyor ama aslında işini çok seviyordu. bacaklarında varis vardı. sabahın köründe gider, akşamın karanlığında gelirdi.

bizi hep türkçe bilmeyen, kötü kokan, köylü bakıcılar büyüttü. hiç birini sevmedim. onlarla dalga geçer, kandırır, sokağa kaçar, oyun oynardım. sokağı hep eve tercih ettim.

10 yaşındayken hem ülkede hem evde darbe kafamı bayağı karıştırdı. sokağa çıkma yasağı, askerler, polisler vardı ve annemle babam boşanıyorlardı: o sene annemle babamın doğup büyüdükleri, anneannemlerin, babaannemlerin yaşadıkları o lânet olası küçük anadolu şehrine taşınmıştık. artık annemle babam kavga ettiklerinde şehrin yarısı kavgaya karışıyordu. anormal bir dedikodu ağı vardı. çürük dişli, kıllı çeneler habire çalışıyor, habire skandal üretiyorlardı. (sayfa 6)

ergenlik çağım tam anlamıyla dengesiz geçti. dedikoducu memleketimizin gözünden hiç bir şey kaçmıyordu. hiç bir ayıp affedilmiyordu.

göğüslerim epeyce irileşmiş oldukları için bisiklete binme zevkinden mahrum bırakılmıştım. hiç unutamıyorum; bakkalda mahallenin p.çleriyle atışırken dedeme yakalanmış; banyoda annemden dayak yemiştim. ciyak ciyak bağırıyordu: o...pu mu olacaksın? yoo, or.spu olmak gibi bir niyetim yoktu. ama bütün sülâle bunun paniğini yaşıyordu ve ben onları bir anda şaşkına uğrattım. ne mi yaptım? namaz kılmaya başladım! yırtık kotlarla, posterlerin ortasında kılıyordum ama, beş vakit kusursuz kılıyordum. çok sıkılıyordum o lânet şehirden.

bir an önce üniversiteye kaçmalıydım.

annemle babam da bir yandan kültürlü ebeveyn takılıp, öte yandan habire millet ne der? paranoyası yapıp beni allak bullak ediyordu.

sigaraya 15 yaşında başladım. ıçkiyle tanışmam çok çok önce olmuştu, babam sağolsun! ıstanbul'a git dediği için de, bak burası taksim, şurası kadıköy, burda karşıya geçmek için arabaların durmasını bekleme; sen geç onlar dururlar deyip bırakıp gittiği

için de sağolsun.

17 yaşındaydım, ıstanbul'da yapayalnızdım.

nıhayet özgürdüm! fakülteye başlar başlamaz tokat, tokat, tokat... (sayfa 8)

ya allah yoksa?

devlet, hükümet olmasa?

para?

bütün yaşayacağım bu dünyada olacaksa?

karşı olma hakkım varsa?

ya ben beni yönetenlerden daha zekiysem?

niye bazı şeylere anlamasam da uymak zorundayım?

şu kocaman dünyada bana niye bu kadar küçük bir rol verilmiş?

ya seks?

burnumu her deliğe sokmaya başladım. ılk delik, bütün fakültelerin marjinallerinin sığındığı sosyal etkinlik kulüpleri, yani tiyatro kulübü oldu. ınsanlar böyle yerlerde ya çiftleşiyor ya da mast.rbasyon yapıyorlardı. ılk sevgilimi orada buldum, uzun zaman da ona katlandım.

(sayfa 9)

ıstanbul'da özgürmüşüm, pöh! dışarı çıkıyorsun, dolaşmak tek amacın ama itin biri anında keyfini kaçırıveriyor. okula gidiyorsun; küçümseyip kaçıyorsun. derslerden şimdiden tüymeye başladın. bu özgürlük mü? yok kızım yok! sen özgür falan değilsin. dört duvar arasında yıllanmış bir zavallının bile düşüncesinde, senin aciz fikirlerinden daha ileri bir özgürlük var. tekrar okuldaki küçüklerin yanına da dönemezsin. ıçmek istiyorum! düşüncelerimden yorgun düşmek istemiyorum, yaşadıklarımdan mutlu olmak istiyorum. (sayfa 10)

yeni yıla da arkadaşım olan pakistan vatandaşı hatol'un kardeşim dediği gürcan adında bir çocuğun evinde girdim. bir de, niyeyse bu gürcan adındaki çocukla çıkmaya başladım. hep ama hep aynı şeyi yaptım, sevgi aradım, sevgi istedim. tatminsiz, doyumsuz, isterik bir şekilde, en çok sevgiye ihtiyaç duydum. çalışan annenin yol açtığı, özellikle prensiplerine sonuna kadar bağlı bir cumhuriyet öğretmeninin aşırı soğukluğunun neden olduğu, oral veya anal veya buluğ çağında takılmışlık olabilir durumum. freudyen de bakabiliriz, cinsel tatminsizlik diye de kestirip atabiliriz. (sayfa 17)

bazen düşünüyorum da, ben annemle babamdan nefret ediyorum galiba. onları en fazla üzen şeyin benim başıma gelen kötü şeyler olduğunu fark ettiğimden beri, kendime zarar vererek onlardan intikam alıyorum. evet, öylesine nefret ediyorum o gereksiz ikiliden. kendime baktıkça o ikisinin bir araya gelmiş olmasına daha fazla sinirleniyorum. (...)

çetin'le evlenmem de bu planın bir parçası olabilir ama o cinnet aşkları için geçerli midir ki? evet cinneti de dibine kadar yaşıyorduk, aşkı da (seks hariç). (sayfa 29)

normalde kocalar işten veya evden aranır değil mi? biz birbirimizi kaybettik mi köprüaltına , gitarcı'ya (sanırım kemancı'yı kastediyor) gidip oturuyorduk. diğeri muhakkak oraya geliyordu. bu arada gitarcı epeyce kalabalıklaşmış, rockerların yeri haline gelmişti. yani alkoliklerin, yani uyuşturucu bağımlılarının, hapçıların; yani toplumla barışık olmamayı tercih eden, sert görünerek hassaslıklarını gizlemeye çalışan, biçimciliği yırtık kotlarla yıkmaya uğraşan, çoğunluğun kaka serseri deyip görmezden geldiği veya peşine takılıp dalga geçtiği bitli serserileriz ve hepimiz gitarcı'dayız.

demek ki sürü ruhu bizde de varmış. bu yarı meyhane, yarı bar, kafeden bozma mekânda bir arada olmaya çalışıyoruz. sorun bit'se, nasıl olsa bit hepimizde var. daha iyisi, birbirimize hiç bir şey açıklamak zorunda değildik. soner de öyle yaptı, hiç bir açıklamada bulunmadan gitti. (sayfa 31)

bazen onun ailesinden, bazen bizimkilerden bir miktar para geliyor; bazen de çınaraltı'na gidip kitap satıyorduk. ben bir ara dublaj yapmaya çalıştım; sanatçı zannedilen soytarılarımızın k.çını yalamayınca pek sevilmedim. bir gün işe yırtık kotumla gitmiştim, saygıdeğer aktristlerimizden biri beni görünce önce şuh bir kahkaha attı, sonra ah canım, ne bu halin, gelirken tecavüz mü ettiler? dedi. ben de evet, ilk tecavüzümdü, çok korktum dedim ve ekledim, siz ilkinde ne hissetmiştiniz? o günden sonra bana pek rol vermediler.

ben yine arada okula, tiyatro kulübüne falan gidiyordum. çetin hiç bir şey yapmıyordu. arıza kişiliklerimiz yüzünden periyodik olarak korkunç kavgalar yaşıyorduk. (sayfa 34)

ben kriz geçiriyordum, onlar muhabbet ediyorlardı. dokuzuncu kattan yan dairenin balkonuna geçmeye kalkınca kapıyı açtılar. gecenin dördünde güneşli'den cerrahpaşa'ya parasız pulsuz nasıl gittim, bilmiyorum. psikiyatrideki nöbetçi doktoru hatırlıyorum:

peki sana ne yapalım, ne istiyorsun? ılaç istemiyorsun, uyumak istemiyorsun, ne istiyorsun?" diyordu. altı sene sen okudun fakültede. ben mi söyliycem sana ne yapacağını? deyip çıktım. geriye nasıl döndüğümü gene hatırlamıyorum. kafayı yediğime eminim artık. (sayfa 35)

oyuncudan çok devrimci insanlarla, ajite bir oyunda ne işim vardı bilemiyordum. ama güzel bir oyun çıkarabilmek için elimden ne gelirse yapıyordum. para yoktu, her şeyi yoktan var ediyorduk. grubun içinde yalan rüzgârını ikiye katlayacak kadar adi entrikalar dönüyordu. yönetmen karısının yanında oyuncusuyla aşk yaşıyor, kulis dedikodularla karışıp duruyordu. zaten hemen iki ayrı taraf oluştu.

ıkili, üçlü kavgalar başladı.

savundukları şeylere karşı değildim; ben de düzenden şikâyetçiydim. deniz'in resmine bakıp aşkolsun çocuk, aşk olsun derken benim de gözlerim doluyor, marş söylerken benim de yüreğim kabarıyordu. ama daha kendi kişilikleriyle sorunları olan, kompleksleriyle başa çıkamayan bu insanların emek, halk, devrim derken süphanekeyi okuyan yedi yaşındaki bir veletten pek farkları kalmıyor, birbirlerinden özeleştiri falan istedikleri o ciddi tartışmalarda benim babam-senin baban kavgası yapan çocukları andırıyorlardı.

ne kadar pembe bakmaya çalışırsam çalışayım, ne kadar görmemezlikten gelirsem geleyim onlar mast.rbasyon yapıyorlardı. dişe dokunur bir şeyler yapamıyor, daha önemlisi yıkamıyorlardı. en çirkin durum ise onların da paraya tapması, onların da birbirlerini sömürmesiydi.

(sayfa 58)

sürekli pis pis kokarak terliyor, ilaçlarla uyutuluyordum. serumlar sayesinde yüzüm kendine gelmişti. krizi atlatmıştım, artık çıkmam gerektiğini düşünüyordum. doktorum iki ay kalmam gerektiğini, daha tedaviye başlamadıklarını söyledi. orada değil iki ay, bir gün bile kalamazdım. demirli pencereler ve deliler beni bunaltıyorlardı artık. babamı çağırıp burdan çıkmalıydım. evime gitmek, içki içmek, müzik dinlemek istiyordum. h’ten uzak durmaya kararlıydım. uslu uslu çetin'i bekleyecek, o döndüğünde ise sessiz sakin evimde oturacaktım.

doktorluk yapmayacak olsam da okulu bitirecek, ailemi sevindirecektim.

babam geldi, ona her şeyi anlattım. her zamanki gibi anlayışlı, sıcak, sevecendi. hemen çıkış işlemlerimi halledip beni eve götürdü. evimi çok özlemiştim, babam gidene kadar evden hiç çıkmadım. ama babam gidince... (sayfa 67)

bu arada h sınır tanımıyor, bütün barlara, kafelere, okullara girebiliyordu. ılk iğnemden bu yana kim bilir kaç paket h, kaç paket limon tuzu ve enjektör harcamışımdır hesaplayamam. üstelik bunların pek çoğu son paket, son iğne adını aldılar. şu anda daktilomun yanında duranın da adı son! halbuki son sevgilinizi bilemeyeceğiniz gibi son iğnenizi de hiç bir zaman bilemiyorsunuz. (sayfa 82)

artık hakan'la birlikteyken olduğu gibi para bulamıyordum. ya tanıdıkların beşbin, onbinlerini alıyordum ya da tanımadıklarıma sinyal çekiyordum: afedersiniz efendim, acaba on bin liranız var mı? benim yol param kalmamış da. küfreden de oluyordu, utanmıyor musun? diyen de. utanıyordum ama utanmak hastalıktan, krizden daha katlanılır bir şeydir demek istiyordum, o karın ağrılarını, kemik ağrılarını siz bilmezsiniz demek istiyordum, tamam bir dahaki sefere çantanızı alır kaçarım demek istiyordum!

ama cevap vermeye hakkım yoktu, çünkü dileniyordum. ve aslında onbin onbin yüzlerce insandan para istemek, aşağılanmayı kabul etmek dünyanın en zor işidir. meslek olarak dilenciliği seçmemişseniz, yapamazsınız. ama eroinmansanız, eroine para yetiştirmenin (topluma veya kendinize en az zarar veren) tek yoludur bu. çünkü çalışamazsınız, çalışsanız bile paranız hiç bir zaman eroine yetecek kadar olmaz.

her geçen gün bir gün öncesinden daha fazla maddeye ihtiyaç duyarsınız. çılgın bir girdaptır bu ve işin en kötü yanı, sanıldığı gibi iğneyi çakınca dünya toz pembe olmaz. her şeyi unutup hülyalara dalamazsınız; aksine her şeyi olabildiğince çıplak, bütün çirkinliğiyle fark edersiniz ama kendinizi dışarıda, olayları bir camın ardında seyrediyor sanırsınız. sizi pek fazla rahatsız etmez olup bitenler. direkt size sataşan olmadıkça kimseyle alışverişiniz olmaz. ailenize, sevgilinize, hiç kimseye ihtiyacınız kalmaz.

sanırım beni yanıltan, kandıran yönü buydu. h’ten önce hep birilerine, birilerinin sevgisine ihtiyaç duydum, yalnızlıktan korktum, kaçtım. ama h ile yalnızlık hiç ama hiç koymuyordu. beni sevdiğini söyleyen, beni sever görünen insanlar vücuduma o kadar zarar verdiler ki, yüzümdeki façaların yanında iğne izleri o kadar masum kalıyordu ki, h’i bırakıp tekrar o sevgi kaosuna dönemiyordum. (sayfa 90)

kısaca şöyle diyebilirim: bu sonuç, benim için uygun görülen beyaz gömlekli, paralı, çoluklu çocuklu senaryodan daha çekiciydi. en azından bu senaryoyu ben yazdım, ben oynadım. başkalarının senaryolarında figüran olmadım. ıs-te-di-ği-mi yaptım. sürünün dümen suyunda şekillenmeyen kişisel istenç hangi yönde olursa olsun hakiki bir şeydir. şu anda bir zavallıyım ama kendini bir şey zanneden, aslında koyuna dönüşmüş, aciz bir doktor olmadığım için de memnunum.

sizin hâlâ yanına bile yaklaşamadığınız bir dolu duyguyu dibine kadar yaşadığım için de memnunum. aptal olmadığım için eroinman olduğumun farkındayım; sizin farkında olduğunuz şeyleri ne çok merak ediyorum, bir bilseniz!

senelerce aralarında olmak, onları çok iyi tanıyor olmak, beyaz gömleklilerin bana yaklaşmasını, yardımını imkânsızlaştırıyor, karşılıklı sinirlenip duruyorduk. benden bir sürü şey anlatmamı istiyorlar, ben anlatırken onlar kendi işlerine gelen kısmını dinleyip, gerisini duymamazlıktan geliyorlardı. muhabbetlerine çok fazla katlanamadım.

diğer hastalar, yani diğer cankiler ise o kadar tanıdıktı ki, konuşmamıza gerek kalmıyordu. yaşadıklarımız, anılarımız, tanıdıklarımız, ağrılarımız, sancılarımız aynıydı, sonumuz da...

belli bir kültür ve terbiye ile büyütülmüş, maddi sıkıntı çekmemiş ama hep en çalışkan, en olgun, en terbiyeli olmak zorunda kalmış çocuklardık. çoğumuzun ailesi ya boşanmış ya da çocukları yani bizler yüzünden ayrılamadıkları için senelerce kavga gürültü birbirlerine katlanan ebeveynlerdi. birkaç gurbetçi dışında hep doktor, mühendis, öğretmen vb. mesleklere sahipti anne babalarımız. bize pahalı oyuncaklar alıp güzel okullarda okutmuşlardı. bizler de bir zamanların en iyi öğrencileri olmuş, zekâmızı, yeteneklerimizi ispatlamış, onların deyimiyle bir noktadan sonra kötü arkadaşlar falan yüzünden sapıtmıştık. hiç bir anne baba kendinde kusur aramıyor, hep aynı tekerlemeyi söylüyordu:

çalıştım, çabaladım, yemedim yedirdim, okusun, adam olsun diye elden geleni yaptım, bir dediğini iki etmedim ama şimdi onun bize yaptığına bak, vallahi yaşlandım, çöktüm, ölümüm bu çocuk yüzünden olacak, doktor, hastane her şeyi denedik gene başlıyor, gene kullanıyor...

evet, gene kullanıyorduk! krizi kafamızı duvara vura vura atlatıyor, sonra kendimizi onca çirkinliğin ortasında çırılçıplak buluyorduk. biz de toplumdan herhangi biri olabilmek, onların ihtiyaçlarına ihtiyaç duymak, onların yaptıklarını yapmak, onların güldüklerine gülmek, ağlamak istiyorduk belki ama...

yine aynı senaryo... temizlenmiş, evime dönmüştüm. her şeye yeniden başlayacak, geçmişi unutacaktım. çetin'i, sıradışı evliliğimi, akinetonu, esrarı, hakan'ı, yaşanan o deli dolu günleri ve eroini unutacaktım. (sayfa 113)

ali kemal'in gözlerindeki kararlılığı hatırlıyorum... gülay, soner, kayhan, ali kemal, garbis... hepsi beni bekliyor...

ne yapmam gerektiğini biliyorum...

evde yine hiç kimse yok. hiç olmadılar ki! küçükken, aslında bir prenses olduğumu, kral babamın iyi yetişmem için bana kocaman bir oyun oynadığını, çevremdeki herkesin oyuncu, her şeyin dekor olduğunu, sıradan bir insan gibi yetişirsem daha akıllı bir prenses olacağımı düşündükleri için bu saçma sapan şeyleri bana yaşattıklarını hayâl ederdim. değilmiş, hâlâ kimse gelip beni sarayıma götürmedi.

hayâl kurmak, çamaşır suyu içmek kadar zor!

yazacak bir şeyim de kalmadığına göre... evet, artık bitti, perde!