gecenin sonuna yolculuk – ydü sözlük – kibris ta bir sözlükcük | artik haber daha yakin
insana dair her şey(!) nasıl bu denli samimi, sıradan, akıcı bir dille ve bir o kadar öfke ile anlatılabilir sorusunun güzel bir cevabı gecenin sonuna yolculuk.

'kanla ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil, ezberlenmek ister.'

friedrich nietzsche

louis ferdinand destouches ya da celine gecenin sonuna yolculuk
u 1932'de yazdı. 1. Dünya Savaşı'nın ardından, ikincisine çeyrek kala. kan kokuyor. kan, yoksunluk, hastalık, ölüm, sıcak, tuvalet, yara, et, yine de kahkaha...

biz, tam yetmiş yıl sonra, yeniden indiriyoruz yolculuk'u kızağından. adını hiçbir şeyle birlikte anmadan, karşılaştırmalar yapmadan. bir biçem, bir dil, gecenin sonunda insanlığın en aşağı katmanlarıyla bir yüzleşme, bizi içeri, daha içeri çeken, boynumuza parmaklarını geçiren, ısıran, tüküren, hırlayan, ölesiye korkan ve korkutan. yani yaşayan. bir kıpırdanma başladı bile, parmaklarımızın ucunda, gözeneklerimizden içeri sızan bir şey var. böyle bir yüzleşmeye katlanabilecek mi insan?

(gbkz: gecenin sonuna yolculuk[/gbkz] un türkçe çevirisini yiğit bener yaptı, yayımlanmasından tam yetmiş yıl sonra. ortaya çıkan metni, céline'in türkçesini, vüsat o. bener, erhan bener okudu... ve daha birçok kişi. yaklaşık bir altı yüz sayfa bilediler, sipsivri. bundan sonrası geceye ait.

-kitabın girişinden-

...

derken laf lafı açtı, tam da sabah bir küçük köpek sergisini açmaya giden cumhurbaşkanı poincare'ye geldi sıra; sonra da döndü dolaştı, bu haberin yer aldığı le temps gazetesine uzandı. 'bak işte, gazete diye buna derim, le temps!' diye bana takıldı bu konuda arthur ganate. 'fransız ırkını savunmada onun gibisi yoktur! savunulmaya da bayağı ihtiyacı var hani fransız ırkının, çünkü öyle bir ırk yok!' diye yanıtladım ben, konudan haberli olduğumu göstermek için, hem de sektirmeden.

'hadi ya! olmaz olur mu! Üstelik güzel bir ırk! diye ısrar ediyordu o, hem de dünyanın en güzel ırkı, aksini söyleyen de boynuzlu domuzun tekidir zaten!' ve aldı sazı, başladı beni azarlamaya. sıkı durdum tabi.

- hiç de öyle değil! senin ırk dediğin şey, alt tarafı, açlıkta,n vebadan, urlardan ve soğuktan kaçarak, yedi düvelin sillesini yedikten sonra gelip kendini burada bulmuş, pirelenmiş, gözü çapaklı, götü donmuş, bana benzeyen koca bir çulsuzlar yığınından ibarettir. denize dayandıkları için daha öteye gitmeleri de zaten olanaksızdı. fransa budur işte, fransızlar dediğin de budur.

- bardamu, dedi bana o zaman, ciddi, biraz da üzgün bir şekilde, babalarımızın bizden aşağı kalır bir tarafları yoktu, arkalarından konuşma!...

- haklısın, arthur, bak bu konuda haklısın işte! kindar ve uysal, ırzına geçilmiş, soyulmuş, bağısakları deşilmiş ve hala gerzek, doğru, yoktu onların bizden aşağı kalır tarafları! tam üstüne bastın! değişen bir şey yok! ne çoraplarımız, ne efendilerimiz, ne de kanaatlerimiz, ya da hepsi o kadar geç değişiyor ki, iş işten geçmiş oluyor. sadık doğduk biz, sadakatten de geberip gidiyoruz! bedava asker, herkes için kahraman ve konuşan maymunlar, acı çeken sözcükler, sefalet tanrısı'nın gözdeleriyiz biz. efendimiz odur bizim! uslu durmazsak sıkıverir... parmaklarımız boynumuza kenetlidir, daima, konuşmayı zorlaştırır bu, yemek yiyebilmek istiyorsak da bayağı dikkatli olmalıyız... bir hiç uğruna boğuverir adamı... buna yaşamak mı diyorsun...

- aşk da var, bardamu!

- arthur, aşk dediğin şey sonsuzluğun kanişlerin ulaşabileceği bir düzeye çekilmesidir, benimse bir onurum var! diye yapıştırıyorum yanıtı.

- sen nesin peki! sen anarşistin tekisin, işte hepsi bu!

yani gördüğünüz gibi, neresinden baksanız, adam uyanığın teki, fikirleri de bayağı oturaklı hani.

'tam da taşı gediğine kodun, tosun, anarşistim ben! bunun en harbi kanıtı da, bestelemiş olduğum ve derhal bana nasıl bulduğunu söylemen gereken bir tür sosyal içerikli, intikamcı dua:

...

'bu küçük besten hayatın gerçeklerinin karşısında tutunamaz, ben, şahsen, kurulu düzenden yanayım, politikayı da sevmem. nitekim, vatan benden uğruna kan dökmemi istediğinde, beni elbette kanımı son damlasına kadar akıtmaya hazır bulacaktır, hiç oyalanmadan.' ışte bana yanıtı bu oldu.

...

- doğru, haklısın aslında, diye kabulleniyorum, uzlaşmacı halimle, yine de hep beraber bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete, gel de sıkıysa inkar et şimdi!... Üstelik de bizler pranga mahkumları gibi çivisi çıkmış sıralarda oturup kürek çekiyoruz! karşılığında ne alıyoruz peki? hiç! sadece kafamıza inen sopalar, sefillikler, palavralar, daha nice kazıklar. Çalışıyoruz ya! deyip dururlar. aslında kepazeliğin dik alası da bu ya, şu çalışmak dedikleri şey. biz aşağıdayız, sintinede, anamız ağlıyor, leş gibiyiz, taşaklarımızdan ter damlıyor, işte bu kadar! yukarıdaki güvertede ise efendiler, gölgede, pembe yanaklı, parfüm kokularını havaya salmış güzel kadınları kucaklarına oturtmuş, keyif çatıyorlar. derken bizi güverteye çağırıyorlar. sonra silindir şapkalarını kafalarına geçirip başlıyorlar bize sıkı bir zılgıt çekmeye: 'leş sürüsü, savaş çıktı!' diye böğürüyorlar. 2 no'lu vatandaki pisliklerin gemisine saldıracağız, kafalarını uçuracağız! haydi! ne lazımsa gemide var! hep bir ağızdan! Önce hep beraber 'yaşasın 1 no'lu vatan' diye avazınız çıktığı kadar bağırın bakalım, yer gök inlesin! sesiniz ta uzaklardan duyulsun! en sıkı bağırana hem madalya hem de yüce ısa'nın vaftiz şekerinden vereceğiz! ulan ne duruyorsunuz! ayrıca, denizde gebermek istemeyenler isterslerse gidip karada geberebilirler, orada bu işler buradakinden daha çabuk hallediliyor!

...

-kitabın ilk sayfalarından- )

(bkz:copy paste değil alın teri)